Egzistansiyalizm, felsefi bir akım olarak ortaya çıkmış; II. Dünya Savaşı yıllarında Fransız sanatçı Jean Paul Sartre tarafından edebiyatta uygulanmıştır.
II. Dünya Savaşı, beraberinde büyük bir yıkım, umutsuzluk, bunalım getirmiştir. Varoluşçular, insanlığın yok edildiği böyle bir dönemde ortaya çıkarak insanları gerçek insanlıktan alıkoyan bütün değerlere karşı çıkarak mutluluğunu yitiren insanların arayışlarını anlatmışlardır.
Modern toplumdaki insanın kendi değerini kendisinin oluşturabileceğini, geleceğini yine kendisinin kurabileceğini iddia eden bir akımdır.
René Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım.” görüşüne dayanır.
Varoluşçulara göre, bütün varlıklar, varoluşlarından önce yapılmıştır. “Var oluş”, “öz”den önce gelir. Yani kişi önce dünyaya gelir, var olur, sonra da kendi değerlerini kendisi yaratarak “öz”ünü oluşturur, insan, kendi özünü oluşturduğu için özgürdür ve hareketlerinden sorumludur.
Varoluşçulara göre insan özgürlüğünün bilincine varmalı, bunun için bir seçim yapmalı, dünyada olup bitenlere kayıtsız kalmamalı ve düşünceden harekete geçmelidir.
Varoluşçular, insanın umutsuzluğunu, bunalımını, karamsarlığını, başkaldırılarını ele alır; özgürlük, dayanışma, sorumluluk sahibi olma gibi kavramları edebiyat aracılığıyla okuyuculara ulaştırmaya çalışır.
Bu akıma göre sanat, politikayla iç içe olmalıdır çünkü politika sanatı yüceltir. Yazar, çağının tanığı olarak toplumun geçirdiği bunalımları esere yansıtarak toplumcu bir görev üstlenmelidir.
Roman, özellikle felsefi roman türüne önem veren varoluşçular, edebiyatta üslubu ön planda tutmaya, sanatsal kaygı taşıyan göz kamaştırıcı cümleler kurmaya karşıdırlar.
Akım, 1950’lerin ortalarından itibaren etkisini yitirmeye başlar. Edebiyatımızda bu akımı benimseyen sanatçı yoktur.